Sunday, December 26, 2010

Ekonomik Büyüme ve Ulusların Zenginliği


Ekonomi ile ilgili basılmış kitapları yakından takip etmeye çalışırım, bu sebeple sık sık kitapçıda ekonomi kitapları bölümünde kitapları karıştırırım. İtiraf etmeliyim ki birçoğunu okuyamadım daha okuduğum bazı kitiplar beni çok etkilediğini söyleyebilirim. Yakın zamanlarda çıkan Oktay Yenal'ın "Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı eğitim boyutu" bu kitaplardan biri. Kitap ince olmasına rağmen çok şey anlatıyor ve okurken sizi sıkmıyor, akacı bir dille yazılmış, yazar söylemek istediğini akıl oyunları yapmadan, sözcükleri dolandırmadan, duru bir kaleme almış.
Yazarın cevabını aradığı soru ulusların zenginliğini sağlayan ekonomik büyüme hangi faktörlere dayandığıdır. İkinci dünya savaşı öncesi, erken sanayileşmiş ülkeler geri kalmış Asya ve güney ülkelerinin gelişebilmesi için gelişmiş ülkelerin yönetimine girmesini ile olacağını düşünmekteydi. İkinci dünya savaşı sonrası oluşturulan küresel işbirliği örgütleri sayesinde, sanayileşememiş ülkelerin ekonomik büyüme sağlamaları konusunda kafa yorulmaya başlandı. Rosenstein – Rodan'ın büyük itiş, Nurkse'nin dengeli büyüme, Lewinsi'ini sınırsız emek arzı ile büyüme modelleri ikinci dünya savaşı sonrası dönemde oluşturuldu ve az gelişmiş ülkelerin siyasetçileri üzerinde etkisi oldu. Tabii, tüm modellerin doğru yönleri olduğu kadar eksikleri de vardır. Ancak sanayileşmek isteyen ülkelerin bazı altyapı işlerini kurması için gerekli kurumların kurulması konusu hemen hmen herkes tarafından anlaşılmış gibi. 80'li yıllardan sonra hızla gelişen iletişim teknolojisi sayesinde teknolojinin akışı hızlanmıştır, teknolojide birçok dinamik büyüme modelinde büyümeyi sağlayan faktör olarak kabul edilmektedir ve böylece geç sanayileşen ülkeler teknolojiyi kendileri geliştirmelerine gerek kalmadan gelişmiş ülkelerden alabilmişlerdir, bu duruma geç gelenin avantajı denmektedir. Ancak ekonomik büyüme dünyanın tüm geri kalmış ülkelerinde aynı düzeyde ve hızda gerçekleşmemektedir. Asya ülkeleri hızla kalkılırken Afrika ülkeleri ve bazı güney Amerika ülkeleri aynı hızla kalkınamamaktadır. Bu durumdan şu sonuç çıkarılabilir ki, ülkenin sanayileşebilmesi için bazı kurumların kurulması ve kurulması için uygun ortam sağlanmalıdır. Bu koşullar etkin bir siyasi sistem ve sermaye ve mülkiyeti koruyan hukuki düzen gerekmektedir, bunu yanında ulaşımın ve iletişimin etkin şekilde sağlanması için alt yapı ve fon arz edenler ile talep edenleri bir araya getiren finansal sisteme ihtiyaç vardır. Ayrıca insan kaynağının eğitim düzeyi de bu faktörler arasındadır. Yazara göre en önemli faktör eğitimdir. Artık ekonomi kuramları arasında eğitim düzeyinin artması büyümenin arttırdığı tartışmasız kabul edilmekte ve birçok araştırma bu görüşü desteklemektedir.
Neden bazı ülkeler daha zengin bazıları daha fakir sorusu çok kez tartışılmış ve birçok yazar tarafından sorunun yanıtı aranmıştır. Kimilerine göre gelişmiş ülkenin insanlarının kişilik yapısı ve akıl düzeyleri sebebiyle, kimine göre coğrafik konumları itibari ile kimilerine göre ise serbest ticaret ve düşünce sistemi sayesinde gerçekleşmiştir. Geri kalmış ülke insanlarının, gelişmiş ülkenin vatandaşlarından daha aptal olduğu tezi gayet aptalca olduğu bir gerçek sanırım, ayrıca birinci dünya savaşı öncesi Osmanlı Devleti ve Hindistan tamamen serbest ticaret uygulamaktaydı fakat ekonomik büyüme sağlayamadı. Ancak gelişmiş ülkelerin gelişmesinde en önemli faktör gelişmeyi sağlayacak kurumların kurulması, altyapının oluşturulması ve eğitim ile insan kaynağı geliştirilmesidir. Yani ulusların zenginliğini düşünürken bu faktörlerin etkinliğini dikkate almamız gerekmektedir.
Ekonomik büyüme deyince akla kişi başına düşen GSMH gelebilir ya da mutluluk endeksi gösterilebilir. Bende yazarın bu görüşüne tamamen katılıyorum ve ekonomik büyüme için kaynak tahsisini sadece üretime yöneltilmemesi bunun yanında büyümeyi sağlayacak altyapı ve insan kaynağının eğitimi için ayrılması gerektiğini düşünüyorum.

Friday, November 12, 2010

Cari Açık Sorunsalı…


Cari açıkla ilgili daha önce bir yazı yazmıştım. Yurtdışı yerleşiklerin yurtiçi yerleşiklerin giderlerini finanse etmesi anlamına gelen cari açık ileride sorun olmaya başlayabilir. Biliyorsunuz ki, bir çok ülke yüksek cari açıklarla kriz yaşamazken, o cari açık oranlarının yarısı kadar oranlarla bazı ülkeler kriz yaşayabilmektedir. Bu durum bazı iktisatçılar tarafından, cari açığın yüksek olması kriz yaşanacağı anlamına gelmediği sonucunu çıkarmalarına sebep oluyor. Haklılarda, fakat cari açık borçların ödenebilirliği için uygun bir ortam oluşursa sorun çıkarmamaktadır. Eğer borçların ödenebilirliği güç olması durumunda küçük bir cari açık hemen şirketlerin kapanmasına, üretimin azalmasına ve işsizliğin artmasına sebep olmaktadır.


Eylül ayı cari açık rakamı 4,1 milyar dolar olarak gerçekleşti. Şu anda toplam olarak cari açığımız 37 milyar dolar olarak gözüküyor yıl içinde, eğer bu gidişle giderse 43 milyar dolara ulaşması beklenebilir. Eğer cari açık 43 milyar dolar düzeyinde olursa rekor seviye olan 2008 yılının 42 milyar dolarlık seviyesini geçiceyiz.


Cari açık şu anda bir sorun yaratmıyor gibi gözükebilir bu durum ne kadar devam edecek acaba. İktisatçılar şu sıralar Türk Lirasının aşırı değerli olduğundan bahsetmekteler. Türk Lirasının aşırı değerli olması yine bir dış ticaret politikasının bir sonucu olarak yorumlanabilir. Türkiye sanayicisi enerji gibi ürünleri sanayisi için ithal etmektedir ve aşırı değerli Türk Lirası sanayicinin ucuz girdi almasını sağlamaktadır. Fakat bu durum fazla uygulanırsa, sanayici yatırımlarını üretim yapmak yerini ithalat yapmaya kaydırabilir ki bu durum, bir şey üretmeden borçlarla gider yapmak anlamına gelir ki bunun sonunun kriz olacağı kolay gözükebilir.


Türk Lirasının aşırı değerlenmesinin önünde iki engel vardır birincisi kurun yükselmesi kişi başına milli gelirin düşmesine sebep olacaktır ki, hükümetler bunun olmasını istemez, ikincisi artan sermaye akımı Türk Lirasını değerli tutmakta ve ithalatı finanse etmektedir.


Merkez Bankası zaten faizleri rekor seviyelere indirmiş durumda, piyasa müdahaleleri ile bir miktar Türk Lirasının değerini piyasa düzeyine yaklaştırabilir. Bence yapmalıdır da, ama orta en önemli sorun artan sermaye akımı olarak gelmektedir. Merkez Bankası piyasadan ne kadar para çekerse çeksin sürekli artan sermaye akımı doların değerini düşürmektedir. Ayrıca biliyorsunuz çakal FED piyasaya 600 milyar dolar daha süreceğini açıkladı. Bu ABD'de kalmayıp faiz oranı yüksek gelişmiş ülkelere kayacağı düşünülmekte. Bu durum işimizi daha da zorlaştırmaktadır.


Cari açığın GSMH oranı %5,7 seviyelerinde ki, bu oran G-20 zirvesinde limit konulması gereken %4'ün üzerinde.


Cari açığın ileride başımızı arıtacağı gözükünce ne yapılabilir. Akla ilk gelen Tobin vergisidir, yani sermaye kazancını vergilemek. Böylece ülkeye giren aşırı sermayenin bir kısmı engellenmiş olacaktır.


Tobin vergisini uygulayıp da iyi sonuç almış bir ülke yok. O zaman ne yapmalı. Bence tüm önlemler birlikte alınmalı. İlk olarak Türk Lirasının aşırı değerli olduğu kabul edilmeli ve piyasa değerine çekmek için para politikaları yönlendirilmeli, ayrıca Tobin vergisinin de bir miktar uygulanabileceğini düşünmekteyim.


İleride Türkiye bir kriz yaşayacaksa bu krizde cari açık büyük sorun yaratacağını düşünmekteyim. Ekonomi politika yapıcıları bu sorunu göz önüne alır ve sorunun çözülmesi için kararlar alırsa ileride yaşanacak krizlere hazırlıklı oluruz. Ancak, eğer gerekli politikalar uygulanmazsa ve Türk Lirası aşırı değerli olmaya devam ederse piyasa kuru şu anki piyasa değerinden çok daha yükseğe çekmesini bilir.

Wednesday, November 10, 2010

Para Üzerine Bir Deneme


Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick G20 zirvesi öncesi kur savaşlarının yaşanmaması ve işsizlik, enflasyon gibi sorunların çözümüne altın para standardının yardımcı olabileceğini vurguladı. Daha sonra benim ilk aklımdan geçin Zoellick kafayı yedi herhalde oldu. Tabi DB Başkanın altın standardının tekrar gündeme gelmesi olası olmadığının farkındadır, kendisi benden çok daha fazla ekonomik olaylara kafa yormuş bir insan.


Bazı iktisatçılar özellikle 2008 krizinden sonra paranın bir varlığa bağlı olmamasından dolayı ekonomide gereksiz dalgaların yaşanarak krizleri çıkardığını öne sürüyor. Bence çok da haksız sayılmaz hatta dikkate alınması gerektiğini düşündüğüm bir eleştiri. Zoellick de büyük ihtimalle bu tartışmayı çıkarmak istemektedir.


Bu haber sonrası para üzerine kafa yormak için bir deneme yazmaya karar verdim. Para nedir? Ne işe yarar? Değeri nasıl belirlenir? Niye farklı paralar vardır? İyi bir para birimine sahip olmak için ülkeler ne yapmalıdır? İşte bu sorular üniversite birinci sınıftan beri aklımda. Sanırım bu sorulara cevaplandırmaya biraz daha yaklaştım.


İlk önce kısaca bir para tarihi ile başlamak istiyorum. İlk başlarda ekonomi mal para şeklinde gerçekleşiyordu yani mallar ile malların alışverişi yapılıyordu. Tabi mal para ekonomisinin bazı zorlukları var en önemlisi arz edilen malın alıcısı her zaman bulunabiliyor, bu sebeple ortak bir değer birimine ihtiyaç duyuluyor. Bu değer birimi değerli madenler olabiliyor çünkü belli miktar altına her türlü mal değiştirile bilmektedir. Bu sebeple ilk önce değerli madenlere bağlı paralar basıldı. Fakat bu paralarda taşımada elverişsiz olabildiğinden değerli madenleri saklayan kişilere emanet olarak verilmeye başlandı ve karşılında banknot denilen kâğıtlar alındı. İşte kağıt para burada ortaya çıktı, bir zaman sonra insanlar madeni paralarla değil kağıt paralarla alış veriş yapmaya başladılar. Burada önemli olan nokta banknotların bu dönemde bir reel değeri olduğudur. Banknot sahibi rehinciye gidip emanet edilen madenleri geri alabilmektedir. Fakat günümüzde paranın hiçbir karşılığı yoktur. Bir gün Amerika hükümeti çıkıp ülkeyi kapatıyoruz dese elimizdeki milyarlara doların hiçbir anlamı kalmaz. Yani para günümüzde bir yükümlüğü bulunmamaktadır, basıldığı ülkenin hükümetine olan güvenden dolayı alışverişte kullanılabilmektedir.


Paranın üç temel unsuru vardır bunlar,
  • Mal ve hizmetlerin değiş tokuşunda kullanılabilmesi,
  • Mal ve hizmetrin değerlerini ölçmede kullanılabilmesi,
  • Bir tasarruf aracı olarak kullanılabilmesidir.
Eğer para bu üç unsura sahip değilse para olma özelliğini yitirir sadece bir kağıt parçası olur. Bu sebeple enflasyonun çok yüksek olan ülkelerde para değerini çabuk kaybettiğinden dolayı, değeri çabuk kaybolmayan paralar tercih edilir ki, bu duruma para ikamesi ya da dolarizasyon denir.


Dünya savaşları öncesi paranın bir değeri vardı yani ülkenin hazinesine gidip bir banknot verdiğinizde belli bir miktar değerli maden alabilmekteydiniz. Fakat dünya savaşlarının finansman gerekleri bu politikanın terk edilmesine sebep oldu ve para artık karşılıksız basılmaya başladı. İkinci dünya savaşı sonrası para sistemi doların ve diğer paraları da dolaylı olarak altına bağladı fakat bu sistem de hükümetlerin kamu harcamalarını finanse etmek ihtiyacına fazla dayanamadı. Yani para sistemleri yukarda özetlediğim aşamalardan geçerek bu günkü karşılıksız hale geldi. Yani merkez bankası çıkıp ekonomiye istediği kadar para sürebilmektedir, fakat biz biliyoruz ki üretim artışı gerçekleşmeden arttırılan para arzı, fiyatların artmasından başka bir işe yaramamaktadır.

Atmış sene önce Nobel Ödülü sahibi iktisatçı Samuelson iktisadı "kıt kaynakların etkin tahsisini araştıran bilim dalı" olarak tanımlamıştır. Ancak günümüzde durum değişmiştir, önceden hara altına bağlı yani kıttı şimdi ise hiçbir şeye bağlı değil. Yani ekonomik kaynaklar kıt olmaktan çıkmaktadır.

Para sisteminin altın para standardından bugünkü halini alması içinde geçen süreç altın para standardına dönmemizin mantıksız olmasının nedenlerinden birisi, diğer bir neden de mevcut altın rezervinin üretim miktarı kadar olup olmadığıdır.

İkinci neden miktar kanunna dayandırabiliriz. Bu kanuna göre, üretilen mal ve hizmetlerin değeri, para miktarı ile paranın dolaşım hızına eşit olmalıdır. Eğer para miktarı üretimden az ise fiyatlar düşecek, para miktarı üretimden fazla olursa enflasyon oluşacaktır. Başka bir değişle ekonomide enflasyon ve deflasyon olması istenmiyorsa para miktarı üretim miktarı kadar olacaktır. Altın miktarı sınırlı olduğu için, üretim miktarı ile altın miktarını denkleştirmek karmaşık bir iş olabilir, ve enflasyonist veya deflasyonist krizlerle bizi karşı karşıya bırakabilir.

Sonuç olarak, hem bugünkü para standardının gerekliliğinden dolayı altın para standardını terk etmesinin sebebi hem de altın miktarının üretim miktarı ile denkleştirmenin mümkün olamayacağından dolayı altın para standardını geçilemeyeceği düşüncesindeyim.

Tuesday, November 9, 2010

Çakal FED

Dış ticarette politikasında kota ve tarif gibi uygulamaların uluslar arası kuruluşlar tarafından engellendiğinden beri, kur politikası olarak ulusal paranın değerini düşürmek geliyor (kur savaşlarının neden ve nasılını burada anlattım). Bir ülkenin parası aşırı değersiz hale gelince haklı olarak diğer ülkeler kızmaya başlıyor, çünkü parasının değeri piyasa düzeyinde olan ülkeler için bu durum haksızlık olarak görülüyor. Biliyorsunuz ki son G20 zirvesinde de bu politikayı terk etme kararı alındı. Fakat biz ne kadar G20 böyle bir karar alsa bile bu karar politikanın uygulanmasında yeteri kadar engel olmayacaktır, bunun için dünyanın süper gücünün farklı bir atak yapması gerekir.

Bahsettiğim politika gelişmekte olan piyasa ekonomileri (emerging markets) tarafından uygulanmaktadır. Dünyanın süper güçleri yani parası en çok kullanılan ülkeleri yani Amerika, Avrupa Ülkeleri, bu politikaya karşılık vermesi gerekmektedir kendi açılarından bakılınca. Bu karşılık Amerika'dan geldi. Amerikan Merkez Bankası FED Krizi bahane ederek genişletici politika yapıyorum ekonomiyi canlandıracağım diyerek piyasaya yüksek oranda dolar sürüyor. Sürülen paralar talebi arttıracak, artan talep yatırımı ve ekonomi canlanacak deniyor. Ancak durum bu değildir, çünkü ekonomi durumu genişletici politika uygulamalarını önerildiği 1930 dönemlerdeki gibi değildir. Günümüzde sermaye hareketliliği çok yüksek düzeydedir. Amerika'da basılan para Amerika'da kalmamakta gelişmekte olan piyasa ekonomilerine gitmektedir, çünkü o ülkelerde faiz oranı ve sermayenin getirisi daha yüksek. Piyasaya sürülen para doların değerini düşürüyor, böylece Amerikan ürünlerini fiyatı göreli olarak düşerek Amerikan ithalatı artıyor ve gelişmekte olan ülkelere giden sermaye ise o ülkelerin ithalatını finanse ederek cari açıklarını arttırarak piyasalarının daha riskli hale gelmesini sağlıyor. Yani FED bir çakallık yaparak kendi silahı ile gelişmekte olan ülkeleri vurmaya çalışıyor. Bu duruma karşılık olarak gelişmekte olan ülkeler sermaye akışını azaltmak için önlemler alacağını söylüyor.

FED'in bu politikasının başka sonuçları da var o da enflasyon. Para arzı demek enflasyon demektir, kısa dönemde üretim artamadığından dolayı fazla para fiyatları yükseltmektedir. Gelişmekte olan ülkelere giden yüksek sermaye bu ülkelerin enflasyonunun artması sebep olması beklenmekte ve dolayısıyla bu ülkelerden mal alan Amerika'nın da enflasyonunu artması kaçınılmazdır. Yani ekonomiler bir birine o kadar bağlı ki bir ülke ekonomisini zayıflatayım demek yakın zamanda kendi ekonomini de olumsuz etkileyecektir.

Sonuç olarak FED'in bu politikası bence bir gözdağı vermek anlamına geliyor, yani bize diyor ki eğer kurumacı politikası yaparsan bende yaparım ekonomini bozarım, eğer düşeceksek beraber düşeriz.

Bana kalırsa gelişmekte olan ülkeler bu duruma fazla dayanamayacak ve yakında paralarını piyasa koşullarına bırakarak dış ticaret politikası olarak başka araçlar deneyeceklerdir, ama tabi öyle hemen pes etmek yok biraz direneceğiz.

Saturday, November 6, 2010

2008 – 2009 Küresel Krizi Üzerine


Krizin mevcut sistemin içinde olduğunu söylemek gerektiğine inanıyorum. Hatta bu durum birçok ikitsatçı tarafından kabul edilmiş ve iktisat kitaplarında konjektürel dalgalanmalar olarak geçmiştir. bu dalgalanmalar bazı iktisatçılara göre 10 - 15 senede bazılarına göre ise 40 ile 60 senede tekrar etmektedir. Bir grafiğin dalgalanmalarını düşünün ki, hiçbir şey bilmeden ekonomik verilerin grafiklerine bakarsak sürekli inişler ve çıkışlar görülür. Piyasa ekonomisi için de bu durum düşünülmektedir yani her inişin bir çıkışı ve her çıkışın bir inişi vardır. Bu sebeple hükümetler ekonomiye müdahale ederek istikrarlı bir büyüme oranı sağlamaya çalışırlar.

2008-2009 yıllarında yoğun bir şekilde yaşanan kriz ne ilk ne de sondur. Daha önce birçok kriz olmuş ve gelecekte de olaçağından eminim. Fakat her kriz bir birinden farklı sebeplerle ortaya çıkmaktadır ve daha önce göz önüne alınmayan değişkenler genelde krizlere sebep olmaktadır, çünkü ekonomik birimler daha önceki hatalarından ders alarak bir daha tekrar etmemeye çalışırlar fakat her zaman bir değişken kontrol dışı hareket edebilir.

Şimdi küresel krizin nedenlerine gelelim. Küresel krizin Amerikan konut piyasasında başlayarak, tüm dünyadaki reel sektöre kadar yayıldığı bilinmektedir. Bu durum balon fiyatların palması ile ortaya çıktığı söylemmektedir ve doğrudur. Balon fiyat tanımı için iktisatçılar tam olarak anlaşmasada reel fiyatının çok üstüne çıkan fiyat olarak tanımlanabilir. Bir fiyat her zaman bir reel değeri vardır fakat arz ve talepteki dengesizlikler fiyatları reel değerlerin üstünde ve altında gösterebilmektedir. İşte konut piyasasında da aynı olay yaşanmaya başladı konut fiyatları artış eğilimindeydi, insanlar daha fazla ev alarak iyi bir yatırım yaptıklarını düşünmekteydiler. Kredi veren kuruluşlarda risk yönetimi açısından riskli olan krediler vermeye başladılar, nede olsa konutu teminat olarak almaktaydılar, eğer kredi ödenmezse konut satışı ile kredi kurtarılmış olurdu. Ayrıca bu kuruluşlar verdikleri kredileri daha likit hale getirmek için türev araçlarla kredileri başka yatırımcılara satmaya başladılar bu yatırımcılar dünyanın her yanından büyük fon yöneticileriydi ve böylece tüm finansal piyasalar birbirine bağlanmış oldu. Fakat risk yöneticileri fiyat artışlarına arzın cevap vererek tekrar fiyatları reel seviyesine doğru çekeceğini göz önüne almadılar. Fiyatların hızlı bir şekilde düşmeye başlaması ve kötü kredilerin dönmemesi ve evlerin satıldığı fiyattan daha düşük fiyatlara satılması, zararların aratmasına ve iflasların başlamasına sebep oldu. Türev araçlar sayesinde kimin ne kadar risk aldığı bilinmemesi ve tüm dünya finansal sistemin birbirine bağlanması ilk önce finansal sistemde daha sonra reel sektörde kriz yarattı.

2007 yılında bankalar ve finans kuruluşları yüksek riskli kredilerin büyük kısmının geri dönmediği açıklıyor ve merkez bankalarından likidite talebinde bulunuyorlar. Merkez bankaları likiditeyi arıttırıyor ve kurtarma planlarının uygulanmaya başlanılması iflasları ve ekonomik büyümenin düşmesini engelleyemiyor. Kurtarma planları beklentileri daha da aşya çekmeye başlıyor, beklentiler kötüleştikçe talep daralıyor. Beklentilerin kötüleşmesi gelişmekte olan ülkelere yatırımın azalmasına ve dolayısıyla bu ülkelerde de ekonomik küçülmeye sebep oluyor.

Bundan sonrası ekonomiyi kalkındırmak içi birçok para sürülüyor hatta bu piyasaya sürülen paraların çok fazla olduğundan ileride büyük enflasyonlara sebep olacağını savunan iktisatçılarda var. Şu sıralar PIGS ülkeleri dışında Avrupa ve Amerika'da olumlu bir izlenim başlıyor ve ekonominin yavaş yavaş toparlandığı konusunda bir izlenim başlıyor.

Benim bu yazıda vurgulamak istediğim önemli bir noktada; bu kriz ne ilk ne de son olduğu, bu krizden ders çıkaracağız ama ileride kriz bizi beklenmedik bir yerden gene yakalayacak.

Monday, October 25, 2010

Kur Savaşları (Aşırı Değersiz Ulusal Paralar)

Güney Kore'nin Gyeongju kentinde düzenlenen G20 toplantısında alınan en önemli kararlardan biri ülkelerin paralarını aşırı deşer kaybetmesi için merkez bankaları aracılığı ile piyasaya müdahale etmeleri karşısında önlem alma kararlarıdır. Diğer bir önemli karar gelişmekte olan ülkelerin IMF de daha fazla oy hakkına sahip olmasıdır. Fakat bence şu an üzerinde durulması gereken konu birçok kişinin anlayamadığı devalüasyona gidilmemesi kararı. Eğer ben ekonomi okumamış olsaydım, "yav bu aşırı değersizleştirme olayı ne oluyor böyle!.." der, hiç anlamadığım bir konu olduğu için geçerdim. Ama ben gene de öğrenmek isteyen olur diye yazıyım. Ulusal paranın değerinin aşırı değersiz tutmak isteminin iki önemli nedeni var. Birincisi, aşırı değersiz ulusal para göreli fiyatları ülke lehine çevirerek ihracatın artmasına sebep olur. İkincisi devalüasyon beklentisi yabancı yatırımcının karını artıracağından, sermaye girişlerini artırmaktadır. Basit bir örnek vereyim; aynı özellik ve kalitede olan bir bilgisayar hem Türkiye'de hem de başka bir ülkede üretilsin. Türkiye'de ürünün fiyatı 100TL, diğer ülkede 100$, ve döviz kuruda 1$=1TL olsun. Şimdi MB döviz piyasasına müdahale ederek, yani piyasadan dövizi çekerek, dövizin daha değerli hale gelmesini sağlasın, bir başka değişleTL'nin değerini düşürsün. Kur 1$=1,2TL olduğunu varsayalım. İlk başta iki ülkeden de bilgisayarı almanın bir farkı yoktu fakat şimdi Türkiye'de bilgisayarın fiyatı 83$ olurken diğer ülkedeki fiyat hala 100$. Yani merkez bankasının piyasaya müdahale ederek devalüasyona gitmesi (piyasaya müdahale ederek veya sabit kur açıklayarak değer düşürmeye devalüasyon, paranın kendi kendine değer düşmesine depreciation denir) göreli olarak ülkenin fiyatlarına düşürerek ihracatın artmasına sebep olmakta ve böylece ülkelerin gelirleri artmaktadır. Bu durum aslında dış ticaret politikasının bir sonucudur. Diş ticaret politikası aslında kota ve gümrük tarifeleri gibi engellerdir fakat uluslar arası kuruluşlar bu tip engellerin rekabeti azatlığı için karşı çıkmakta ve bir takım yaptırımlar uygulamaktadır. Bu sebeple ülkelerin sanayilerini korumak ve ihracatını arttırmak için ulusal paranın değerini düşürmekten başka seçenekleri kalamadığın dolayı bu politika tercih edilir. İkinci sebep olan yabancı yatırımın nasıl gelirini arttırdığına bakalım. Ülkeye gelen yabancı yatırım ilk önce parasını ulusal paraya çevirir ve bu para ile yatırım yapar, vade sonunda parasını ve faiz gelirini alır ve tekrar dövize çevirerek ülkelerine gider. Girdiğinde kurun 1$=1TL olduğunu düşünelim, çıkarken ise 1$=1,2TL olsun. Çıkarken faiz keliri yanında kur farkından dolayı birde kambiyo karı elde edecektir. Bu sebeple yabancı sermaye devalüasyon beklentisi olan ülkeleri tercih etmektedir. Sermaye artışı da yatırımların artışı için gerekli olduğu için ülkeler tarafından talep edilmektedir. G20 ülkelerinin aldığı karara gelince. Gelişmiş ülkeler yıllar önce sanayilerini oluşturmuşlardır ve bu sanayiler oturmuş bir rekabet güçleri vardır. Gelişmek isteyen ülkeler ise rekabet gücü elde etmek için sanayilerini desteklemek zorundadır bu sebeple ithalat engelleri kullanmak ve ihracat arttırıcı politikalar uygulamak istemektedirler. Fakat gelişmiş ülkeler bu ülkelerin ithalat engelleri onlar için ihracat engeli yani gelir kaybı anlamına gelmektedir. Yani gelişmiş ülkelerin işine gelmediği için son dış ticaret politikası uluslar arası kuruluşlarca engellenmek istenmektedir.

Sunday, October 17, 2010

Milli Gelir nedir?

Milli gelir bir ülkenin belli bir dönemde üretmiş olduğu mal ve hizmetlerin toplam değeridir. Başka bir değişle, mal ve hizmet üretiminde doğan üretim faktörleri gelirlerini toplam değeridir. Başka bir değişle, ekonomik birimlerin yapmış oldukları toplam harcamadır. 

Milli gelir para akımını değil değerini ölçer. Milli gelirde gelirler iki kere sayılmaz, bu sebeple bir malın veya hizmetin üretiminin her aşamasındaki katma değer sayılır.
Gayri safi milli hasıla, bir ekonomideki yerleşik birimlerin belirli bir dönemdeki toplam faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları toplam mal ve hizmetlerin üretim değerlerinin, bu mal ve hizmette kullanılan girdilerin değerleri düşülmesi ile bulunur.

GSMH' dan net dış faktör gelirlerini düşülmesi ile safi milli hasıla ya da net milli hasıla bulunur. Faktör gelirleri içerisinde işçi gelirleri, sermaye gelirleri, girişimcilik karı vardır. Faktör giderlerinde ise faktörlere dışırıya yapılan ödemeleri içerir. NFG ise gelirlerden giderlerinin düşülmesi ile bulunur.

SMH' dan amortisman giderleri düşülmesi ile net mali hasıla bulunur. Amortisman, sabit yatırın stokunun dönem içersinde yıpranma miktarıdır. Mesela bir araba kullanımdan dolayı yıpranır ve piyasa değeri hariç değeri düşer bakımı gerekir, bu düşen değere amortisman denir.

NMG' den dolaylı vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların eklenmesi ile milli gelir bulunur. Dolaylı vergileri en iyi örnek KDV'dir. Sübvansiyonlar ise devletin ekonomik birimlere yapmış olduğu karşılıksız ödemelerdir.
MG' den kurumlar vergisi, dağıtılmamış firma karları, ve sosyal güvenlik ödemeleri düşülür ve transfer ve faiz ödemeleri eklenince kişisel gelir elde edilir. 

KG' der doğrudan alınan vergilerin düşülmesi harcanabilir gelirleri gösterir. 

GSMH - Net Faktör Gelirleri = GSYİH
GSYİH – Amortismanlar = Net Milli Hasıla
NMH – Dolaylı Vergiler + Sübvansiyonlar = Milli Gelir
MG – Kurumlar Vergisi – Dağıtılmamış Firma Karları – Sosyal Güvenlik Ödemeleri + Transfer Ödemeleri + Faiz Ödemeleri = Kişisel Gelir
KG – Doğrudan Vergiler = Harcanabilir Gelir

GSMH dört farklı şekilde hesaplanabilir: harcamalar üzerinden, üretim üzerinden, gelirler üzerinden ve miktar teorisi formülüne göre. Dördüncüsü biraz karışıktır çünkü miktar teorisi ile milli geliri hesaplamak için paranın el değiştirme hızını bilmek gerekir ki paranın el değiştirme hızı hesaplamak kolay değildir. Fakat geçmiş yılların GSMH ile hesaplanan paranın dolaşım hızı ileriki sene için değişmeyeceği varsayılırsa para arzı ile çarpımı milli geliri verir. 

Üretim yönünden hesaplanması sanayi, inşaat, tarım ve hizmetler sektörlerinin toplam üretim değerlerinin hesaplanması ile bulunur.

Üretim faktörleri, emek, sermaye, doğal kaynak ve girişimcidir. Emeğin geliri ücret, sermayenin faiz, doğal kaynağın kira ve girişimcinin geliri kardır. Bu gelirlerin toplamı GSMH verir. 
Özel tüketim harcamaları, yatırım harcamaları, devlet harcamaları, ihracatın toplamı ve ithalatın çıkarılması ile de GSMH bulunabilir. 

Milli gelirden fiyat artışların arındırılması ile reel GSMH hasıla enflasyondan arındırılmamış ise nominal GSMH hesaplanır. Bir ülkede milli gelir değişimlerinin görebilmek için GSMH fiyat değişikliklerinden arındırmak gerekir, çünkü milli gelirdeki artış üretimdeki artıştan değil fiyatlardaki artıştan kaynaklanıyor olabilir. O nedenle sabit fiyatlarla GSMH hesaplanır ya da o yılın önceki yıl fiyatları cinsinden büyüklük hesaplanır. Örneğin 1999 yılı GSMH sı 1998 yılı fiyatları ile hesaplanır. Böylece 1999 yılını fiyat değişikliklerinden arındırmış oluruz. Ekonomik büyüme oranı ise söyle hesaplanabilir: [(1998 fiyatları ile hesaplanmış 1999 yılı GSMH – 1998 yılı GSMH)/1998 yılı GSMH] = 1999 yılı GSMH büyüme oranını verir. 

GSMH ülkemizde TÜİK tarafından üç aylık dönemlerde hesaplanmakta ve yayınlanmaktadır.